13 Kas 2019

Alzheimerın ilk belirtileri gözlerde başlıyor

Demans hastalığı(bunama), Tau ve Beta-Amiloid adında iki proteinin beyinde birikmesi ile ortaya çıkar. Hastalıkla birlikte beyinde hücre ölümleri ve nöronlar arasındaki bağlantılar kopmaya başlar. Sinir hücrelerinin ölümü hastaları giderek daha unutkan, şaşkın ve dünyadan kopuk hale getirir. Birçok hastada huzursuzluk, agresif davranışlar veya depresif ruh hali görülür.
Hastalığın çeşitli formları var
Demansın çeşitli nedenlerden kaynaklanan farklı türleri vardır. Alzheimer bunlardan sadece biridir ve en yaygın görülen formudur. Tüm demans hastalarının % 60 ila 80’ini Alzheimer oluşturur.
Alzheimer’dan sonra en sık görülen ikinci demans hastalığı Lewy cisimcikli demans dır. Bu form, α-sinüklein proteinlerinin beyinde anormal katlanması ile gelişir. Bunların dışında inme ile ilişkili olan Vasküler demans ve bir başka form olan Frontal lob demansıbulunmaktadır. Ayrıca, ilerleyen yaşa bağlı olarak Hafif bilişsel bozulmalar(MCI) ile Parkinson ve Huntington hastalığı gibi bazı nörolojik hastalıklara bağlı olarak gelişen demans türleri de vardır.
Hastalığın yaygın semptomları arasında hafıza kaybı, düşünme zorluğu, oryantasyon bozukluğu ve diğer bilişsel gerilemeler bulunmaktadır. Hastalar bunun dışında görme problemleri, mekansal derinlik algısında problemler de yaşayabilmektedir. Bazı hastalarda okuma problemi, hareketli nesneleri izleme veya kontrast problemleri gibi optik problemler de görülür.
Araştırmalarda yeni stratejilere ihtiyaç var
Alzheimer, şu an için tedavi edilemeyen bir hastalıktır. Alzheimerın gerek nedenleri gerekse tedavisi ile ilgili yapılan araştırmalar genelde iki faktör ön planda tutularak yapılmaktadır. Bunlar, beyindeki nöronları tahrip eden ve bilişsel işlev bozukluğunun ortaya çıkmasına sebep olan Tau ve Beta-Amiloid proteinleri ile ilgili yapılan çalışmalardır. Yoğun araştırmalara rağmen, beyindeki sinir hücrelerinin kaybını durduracak bir ilaç henüz bulunamadı. Hastalık ilerledikten ve alzheimer bir kez ortaya çıktıktan sonra beyin hücrelerinin çöküşünü durdurabilmek hemen hemen imkansız gibidir. Hastalığın seyrini geciktirici ve semptomlarını hafifleteci ilaçlar olmasına rağmen bunların etkileri hem kısıtlı hem de hastaların sadece yüzde 50’sinde fayda göstermektedir.
Hastalığın tedavisinde erken teşhis çok önemli
Hastalığın ilk belirtileri ortaya çıkmadan çok önce, hatta onlarca yıl öncesinden beyin hasar görmeye başlamaktadır. Hastalığın tedavisinde erken teşhis çok önemli olmasına rağmen maalesef birçok vakada geç kalınmaktadır. Beyin hasarının erken saptanması hastalığın ilerlemesini yavaşlatmak bakımından çok önemlidir.
Tehişte klasik yöntemler kullanılıyor: Hastaya alzheimer tanısı ancak bir dizi değerlendirme ve testten sonra konulabilmektedir. Bunlar bilişsel testler, aile üyeleri ile konuşma, fiziki muayene ve beyin görüntüleme tarama teknikleri gibi klasik sayılabilecek yöntemlerdir. Ama bu testlerin hiçbiri Alzheimer’ı %100 teşhis etmek için yeterli değildir. Zira bu testler ve beyin taramaları sadece demansın tipini daraltmaya, benzer semptomlar gösteren diğer hastalıkları ekarte etmeye yardımcı olur. Alzheimer için kesin teşhis ancak hasta öldükten sonra beyin dokusundan alınan örneklere yapılacak patolojik testler ile mümkündür.
Gözlerin durumu birçok hastalık hakkında bilgi veriyor
Göz muayenesi, Kardiyovasküler hastalıklar, İnme, Diyabet, Hipertansiyon, Multipl skleroz, Romatizmal hastalıklar, Parkinson, Cinsel yolla bulaşan hastalıklar, Deli dana hastalığı ve bazı Kanser türlerini teşhis etmede gerek duyuldukça kullanılmaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalar ile bu listeye Alzheimer da dahil edilmek üzere.(1),(2)(3),(4),(5),(6)
Alzheimer’ın ilk belirtileri gözlerde başlıyor
Gözdeki optik sinirler, beyni doğrudan gözün arkasına bağlar ve beyin gözün topladığı görsel bilgileri bizim anlayabileceğimiz bir resme dönüştürür. Beyin ile göz arasındaki bu ilişki birçok göz doktoru ve nörologun hep ilgi odağında olmuştur.
Son yıllarda yapılan çalışmalar ile alzheimer’ın erken safhasında yani hastalığın semptomları henüz ortaya çıkmadan yıllar önce, gerek gözün Retina tabakasında gerekse, Göz bebeklerinde bir takım değişiklikler olduğu tespit edildi. Bu önemli bulgunun hastalığın erken teşhisi ile ilgili yapılan çalışmalarda yeni bir dönüm noktası olacağı kesin. Bu araştırmalar her ne kadar şimdilik oldukça küçük çaplı münferit çalışmalar olsa da ileride yapılacak daha büyük çalışmalara zemin hazırlaması açısından oldukça anlamlı.
Araştırmalarda iki görüntüleme tekniği kullanıldı
Hastalığın erken teşhisi ile ilgili yapılan bu çalışmaların bir kısmı göz içinde kan akışı değişikliklerini tespit etmeye yarayan ve oldukça hızlı sonuç alınan Optik koherens tomografi (OCT) adında bir teknikle yapıldı. (Birçok oftalmolog(göz bilimci), muayenehanesinde bu testi yapacak temel teknik donanıma sahip olmakla birlikte bu testleri alzheimer tanısında rutin olarak kullanmak şimdilik erken görünüyor!)
Araştırmalarda kullanılan bir başka teknik ise oldukça yeni sayılabilecek bir teknoloji. Fluorescence lifetime imaging ophthalmoscopy (FLIO)adı verilen bu görüntüleme tekniği ile retinada beta-amiloid plakları ölçüldü. (Bilindiği gibi bu plaklar aynı zamanda Alzheimer hastalarının beyninde de birikiyor.)
İki örnek araştırma
  1. Gözün retinada tabakasında meydana gelen değişiklikler ile ilgili yapılan çalışma: Washington Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından yapılan ve Kasım 2018 tarihinde JAMA Oftalmolojidergisinde yayınlanan araştırmada hastaların beyninde tipik plaklar birikmeye başladığında retina tabakasının inceldiği ve retinanın geniş bir alanında kan damarlarının bulunmadığı tespit edildi(7). Bunun neden böyle olduğu şimdilik tam olarak bilinmiyor ama muhtemelen bu durum Retina ve Merkezi sinir sisteminin birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olmasından kaynaklanıyor olabilir.
  2. Göz bebeği ile ilgili yapılan çalışma: San Diego Üniversitesi tarafından yapılan ve Kasım 2019 tarihinde Neurobiology of Ageing dergisinde yayınlanan araştırmada hastaların göz bebeklerinin daha genişlemiş olduğu tespit edildi.
Açıklama: Göz bebeklerinin reaksiyonları, Locus Coeruleus denilen bölge tarafından kontrol edilir. Beyin sapında yer alan ve nöron kümelerinden oluşan bu bölge, bilişsel işlevlerin uyarılmasından ve düzenlenmesinden sorumludur. Bu alan aynı zamanda göz bebeklerinin genişlemesini kontrol eden bölgedir.
Araştırmada hastalığın ilk evrelerinde Tau Proteini’nin ilk olarak bu bölgede birikmeye başladığı tespit edildi ve buradan yola çıkılarak göz bebekleri ile alzheimer arasında bir ilişki olabileceği konusunda bir hipotez geliştirildi. Bu hipotezin doğru olup olmadığını kontrol etmek amacı ile sağlıklı ve Alzheimer riski yüksek olan yani Locus Coeruleus’a Tau Proteini birikmeye başlamış kişilerden oluşan iki grup incelemeye alındı.
Sonuç olarak her iki gruptan aşağı yukarı aynı veriler elde edilse de, hafif bilişsel bozukluğu olan bireylerin, yani beynin Locus Coeruleus bölgesinde Tau Proteini birikmeye başlamış grubun göz bebeklerinde daha fazla genişleme olduğu bulundu.(8)
Alzheimer riskini önceden belirlemede yeni yöntem: Göz testi
Dünyada 35 milyon, Türkiye’de ise 400 bin Alzheimer hastası olduğu tahmin ediliyor. Alzheimerı erken teşhis etmemize veya anlamamıza yardımcı olabilecek şimdilik herhangi bir rutin göz testi yok. Ancak göz ve beyin dokuları arasındaki ilişkiyi inceleyen araştırmalar heyecan verici ve bu konuda büyük potansiyel olduğunu gösteriyor. Yakın bir gelecekte genetik olarak risk grubunda bulunanlar ile hafif bilişsel bozukluk başlamış olanlar, hatta semptomlar daha henüz ortaya çıkmamış olanlar herhangi bir göz doktorunda yapılacak basit bir göz testi ile Alzheimer riski taşıyıp taşımadığını öğrenebilecek.

Benzer konuda hazırlanmış diğer makaleler

Mehmet Saltuerk
++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++
Kaynaklar
  1. The eye and the heart
  2. Retinal Microvascular Changes and Risk of Stroke
  3. Visual Symptoms During Hypoglycemia: A Case Series
  4. Ocular manifestations of rheumatic diseases
  5. Assessing Retinal Structure in Patients with Parkinson’s Disease
  6. Prion Seeds Distribute throughout the Eyes of Sporadic Creutzfeldt-Jakob Disease Patients
  7. Association of Preclinical Alzheimer Disease With Optical Coherence Tomographic Angiography Findings
  8. Pupillary dilation responses as a midlife indicator of risk for Alzheimer’s disease: association with Alzheimer’s disease polygenic risk
Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

22 Eki 2019

Hücre dönüşümü aterosklerozda kalp krizine karşı koruma sağlıyor

Ateroskleroz, ya da halk arasında bilinen adıyla “Damar Sertliği” atardamarların(arterler) iç katmanlarına yerleşen plakların (yağ, kolesterol ve moleküler partiküller) birikmesi ile gelişen ve zamanla damarın daralarak tıkanmasına sebep olan bir hastalıktır.
Hastalığın etkisi hangi damarları etkilediğine bağlı olarak değişir. Hastalığın en sık rastlanan ve korkulan sonucu kalp krizi ve felçdir.
Plakların damarın iç katmanları arasında aşırı birikmesi bazen dokunun yırtılmasına ve plakların kana karışarak daha ince damarların tıkanmasına sebep olur. Bazen plakların bulunduğu doku hiç yırtılmaz. Böyle durumlarda arterin iç duvarı damar tamamen kapanana kadar şişmeye(Anevrizma) devam eder. Her iki durumda da damar tarafından beslenen organa yetersiz kan gitmiş olur. Eğer zamanında fark edilip önlem alınmazsa her iki durumda da kalp krizi ve inme gibi ciddi sağlık sorunları ortaya çıkar.
Hastalığın ilerleme hızında farklılık var
Hastalığın seyri kişiden kişiye farklılık göstermektedir. Örneğin dokunun yırtılarak plakların kan damarlarının içine dökülmesi bazı hastalarda çok erken safhada olurken, bazılarında oldukça geç safhada gerçekleşmektedir. Hatta bazı hastalarda damar tamamen tıkanana kadar bu yırtılma hiç gerçekleşmemektedir. Hastadan hastaya değişen bu durum bilim çevrelerinin ilgisini çekmesine rağmen şu ana kadar sebebin ne olduğu bilinmiyordu.
Yeni tedavi imkanlarının yolunu açacak bir araştırma
Her ne kadar sağlıksız beslenme, hareketsiz yaşam tarzı ve sigara alışkanlığı Aterosklerozun ortaya çıkmasında önemli rol oynasa da, hastalığın hızlı yada yavaş ilerlemesinde genetik faktörlerin rolü göz ardı edilemeyecek kadar önemli yer tutmaktadır. Ama şu ana kadar yapılan genetik çalışmalarda bu konuda hangi genlerin aktif rol aldığı, hangi biyokimyasal süreçlerin etkili olduğu tam olarak bilinmiyordu. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kardiyovasküler Anabilim Dalı tarafından yapılan bir araştırma ile bu konudaki bilinmezlik büyük ölçüde aydınlığa kavuştu. Nature Medicine dergisinde yayınlanan bu araştırmada Ateroskleroz sürecinde hangi genin etkili olduğu da tespit edildi.
Aşağıda ayrıntılarını okuyacağınız bu araştıra hiç kuşkusuz ateroskleroz ve emboliye bağlı olarak gelişen kalp krizi riskini azaltmaya yönelik tedavilerde yeni bir başlangıç noktası olacak.
Hastalığın seyrini değiştiren hücre dönüşümü
Sağlıklı koşullar altında, arter duvarını oluşturan Düz kas hücreleri, damarın genişlemesini ve daralmasını kontrol eder. Düz kas hücreleri bu işlemi kan akışını ve kan basıncını düzenlemek için uzayarak ve büzülerek yapar.

Düz kas hücreleri Fibromiyozit lere dönüşüyor: Ateroskleroz başlayan kişilerde, plaklar damar duvarın alt katmanlarında birikerek damarın iç kısmının daralmasına sebep olur. Damarlarda plak oluşmaya başladığı zaman düz kas hücreleri plakların bulunduğu hasarlı bölgeye doğru ilerler. Bu aşamada vücut oluşan plakların artere girmesini önlemek için o bölgedeki kas hücrelerini Fibromiyozit lere dönüştürerek Lifli Kapsül(fibrous cap) denilen kese benzeri yapı oluşturur. Başka bir ifade ile Lifli Kapsül damarın iç katmanlarında kolesterol, yağ ve moleküler artıkları çepeçevre sararak onların etrafa dağılmasını önler, yani plakları stabilize eder. Lifli Kapsül ne kadar sağlam olursa yırtılma riski de o kadar az olur.
(Not: Aslında düz kas hücrelerinin ateroskleroz sırasında kendilerini başka bir hücreye dönüştürdüğü biliniyordu ama dönüşen yeni hücrelerin neye benzediği bilinmiyordu. Bu konudaki tahminler dönüşen hücrelerin hem faydalı, hem de iltihaplanmayı teşvik eden zararlı immün hücrelere dönüştüğü yönündeydi.)
Dönüşümün arkasında TCF21 geni var
Araştırmayı yapan Quertermous ve ekibi ateroskleroz sırasında düz kas hücresinden fibromiyozit e geçişi tetikleyen TCF21  adındaki geni de tanımlayarak bir adım daha ileri gittiler. Dahası, popülasyon çapında yapılan genomik çalışmalarda düz kas hücrelerinin gen aktivitesinin azaldığı, buna karşılık fibromositlere dönüşen hücrelerin gen aktivitesinin arttığı tespit edildi. Ayrıca gen aktivitesi fazla olan kişilerde kalp krizi riskinin daha az olduğu da belirlendi.
Aslında Quertermous daha önce yapmış olduğu bir çalışmada TCF21 genin koroner arter hastalık riski ile ilişkili olduğunu zaten tespit etmişti. Bu yüzden TCF21 geninin ateroskleroz sırasında düz kas hücresinden fibromiyozit e geçişinde de kilit bir oynayabileceğini düşündü ve bu teorinin doğru olup olmadığını test etmek için aterosklerozlu farelerde TCF21 genini devre dışı bıraktı. TCF21 geninin devre dışı bırakılması ile birlikte farelerde daha az sayıda Fibromiyosit Hücre ve aynı zamanda daha dayanıksız Lifli Kapsül oluştuğu görüldü.
Bu durum yukarıda belirtildiği gibi Lifli Kapsülün yırtılarak plakların damarın içine dökülmesine ve buna bağlı olarak kalp krizi ve inme riskinin yükselmesine neden oluyor.
Araştırmada „Lineage tracing“ adında bir teknik kullanıldı
Düz kas hücrelerinin nasıl dönüştüğü ve nereye göç ettiğini bulabilmek için lineage tracing(iz takibi) adı verilen bir teknik kullanılarak hücrelerin hareketi takip edildi. Bunun için ateroskleroz olan farelerin damarlarında bulunan düz kas hücreleri mikroskop altında kırmızı görünecek şekilde özel bir kimyasal madde ile etiketlendi. Daha sonra düz kas hücrelerinin nereye göç ettiği ve neye dönüştüğü kontrol edildi. İşlem sonunda kırmızı etiketli düz kas hücrelerin bazılarının, damardaki esas bulundukları bölgeden plakların bulunduğu bölgeye doğru göç ettiği tespit edildi.

Aynı deney insanlarda da tekrarlandı
Farelerden elde edilen bu sonuçların insanda bir karşılığının olup olmadığını anlamak için kalp nakli yapılan aterosklerozlu hastalardan doku örnekleri alındı. İnsan arterlerinden alınan bu hücrelere de tıpkı farelerde kullanılan metotlar uygulandı. Gerek düz kas hücrelerinin fibromositlere dönüşmesi, gerekse gen analizler sonuçları farelerden elde edilen sonuçlar gibiydi. Yani düz kas hücrelerinin gen aktivitesinin azalırken, fibromositlere dönüşen hücrelerin gen aktivitesinin arttığı bulundu.
Sonuç 
Kalp krizi ve inme gibi Ateroskleroza bağlı hastalıkların süresinin hastadan hastaya değişmesinin sebebi bu araştırma ile aydınlatılmış oldu. Buna göre düz kas hücrelerinin Fibromiyozit lere dönüşmesi ve bu dönüşümde TCF21 geninin aktivitesinin önemli olduğu bulundu.
TCF21 geninin koroner arter hastalığı oluşumunda oynadığı kilit rolün keşfi, muhtemelen tedavide yeni ve etkili yöntemler geliştirilmesine yardımcı olacak. Ancak, bu konuda adımlar atılmadan önce, TCF21 geninin bu dönüşüme moleküler düzeyde nasıl aracılık ettiği hakkında bilinmesi gereken daha çok şey var.

Benzer konuda hazırlanmış diğer makaleler 

Mehmet Saltuerk
++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++
Kaynak
Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

7 Eki 2019

Kısa boy ile diyabet 2 riski arasında ilişki var !

Boy uzunluğu genellikle genetik faktörlere göre belirlenir. Bununla birlikte son yıllarda gerek çocuklarda gerekse yetişkinlerde farkedilir derecede boyda bir artış görülmektedir. Yapılan istatiksel çalışmalar boy ortalamasında en büyük artışın Hollanda’da olduğunu gösteriyor. Hollandalı erkekler 150 yıl öncesine göre 20 santimetre daha uzunlar ve ilginçtir ki, Hollanda dünyada kişi başına düşen süt ve süt ürünleri tüketiminde başı çekmektedir.[1][2]
Boydaki bu artış birçok araştırma ekibinin dikkatinden kaçmadı. Bu yüzden bir taraftan bu artışın nedenleri ve tıbbi etkileri analiz edilirken, diğer taraftan da boy ile hastalıklar arasında ilişkiler araştırıldı.
Boy uzunluğu veya kısalığı hastalık riskini etkiliyor mu ?
Yapılan çalışmalardan elde edilen bulgular boy ile Tip 2 diyabet ve Kanser arasında bir ilişki olduğunu gösteriyor. Bu konuda yapılan çalışmalarda elde edilen bu bulgular, uzun boyluların daha fazla kanser, kısa boyluların ise daha fazla Tip 2 diyabet riski taşıdığını gösteriyor.[3]
Aşağıda kısaca özetini okuyacağınız makalede kısa boy ile Tip 2 diyabet arasındaki bağlantının olduğu ve bunun olası sebepleri anlatılmaktadır. (Not: Uzun boy ile kanser riski arasındaki ilişkiye bu makalede değinilmeyecek, ancak bu konuda daha önce hazırlanmış bir makaleye buradan ulaşabilirsiniz. Link
Kısa boy Tip 2 diyabet üzerinde ne kadar etkili
Bu sorunun cevabını bulmak amacıyla Potsdam-Rehbrücke Beslenme Enstitüsü’nden Clemens Wittenbecher ve meslektaşları 2.662 Alman katılımcının verilerini analiz ederek boy ile Tip 2 diyabet arasındaki ilişkiyi yakından incelediler.
Sonuçlar gayet açık
Yaş, yaşam tarzı ve sigara alışkanlığı gibi olası negatif faktörlerin hariç tutulduğu araştırmada sonuçlar tahmin edildiği gibi boy ile Tip 2 diyabet arasında bir ilişki olduğunu gösteriyor. Buna göre boyda her 10 santimetrelik uzunluk erkeklerde ortalama % 41, kadınlarda % 33 oranında Tip 2 diyabet riskinin düşmesine sebep oluyor.
Wittenbecher ve ekibinin araştırmadan elde ettiği başka bir değerli bilgi ise, uzun boyun sağladığı pozitif etki normal kilolu kişilerde daha güçlü, bel çevresi geniş olan kilolu veya obez kişilerde daha zayıf. Daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse, eğer fazla kiloluysanız uzun boylu olmanızın avantajı ortadan kalkıyor. (Tabii bu sadece Tip 2 diyabet için)
Sebep karaciğer yağlanması
Peki kısa boy ve Tip 2 diyabet riski arasındaki bağlantının kaynağı ne? Bu sorunun cevabını bulabilmek için katılımcıların karaciğerler-yağ yüzdeleri, belirli hormonların konsantrasyonları ve bir dizi kan değerleri analiz edildi.
Yapılan analizler, kısa boyun Tip 2 diyabete etkisinin indirekt olduğunu gösterdi. Örneğin, yalnızca karaciğer yağlanması erkeklerde boyun her 10 cm için sağladığı % 41 lik avantajı %33‘e, kadınlarda sağladığı %33’lük avantajı %13 düşürüyor.
Önleyici tedbir
Dünyada yaklaşık 300 milyon insanın Tip 2 diyabet hastası olduğu tahmin ediliyor. Genetik yatkınlığın yanı sıra obezite, egzersiz eksikliği ve yanlış yeme içime alışkanlığı hastalığın ortaya çıkmasında rol oynayan önemli risk faktörleridir. Bu faktörlare ilaveten son yıllarda yapılan çalışmalar artık kısa boyluluğun da risk faktörleri arasında yer aldığını gösteriyor.
Her ne kadar laboratuvar analizleri Diyabet 2’nin karaciğer yağlanmasından kaynakladığını işaret etse de, bu yağlanmanın kısa boylularda daha yüksek oranda olması ve boy uzadıkça oranın kademeli olarak düşmesi kısa boy ile Diyabet 2 riski arasında bir bağlantının varlığını indirekt de olsa güçlendiriyor.
Uzun boylularda karaciğer yağlanmasının daha az olması bu kişilerin genel olarak daha sağlıklı bir metabolik profile sahip olduğunu gösteriyor. Her ne kadar kısa boy, Tip 2 diyabet riskinin direkt nedeni olmasa da risk altındakileri tanımlamada ek bir gösterge olabileceği açıktır. Bu yüzden kısa boyluların karaciğer yağlanmasına karşı özel dikkat göstererek kardiyometabolik seviyelerini düzenli kontrol ettirmeleri olası bir Tip 2 diyabet vakasını önleme açısından önem arz etmektedir. [4]
Sonuç
Boyumuzu değiştiremeyiz ama karaciğer yağlanmasına karşı aşırı yağlı yiyeceklerden kaçınarak, düzenli spor yaparak, sigara ve alkolden uzak durarak olası bir Tip 2 riskini azaltabiliriz.

Benzer konuda hazırlanmış diğer makaleler 

Mehmet Saltuerk
++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++
Kaynaklar
  1. Paradoxes of Modernization and Material Well-Being in the Netherlands during the Nineteenth Century
  2. List of countries by milk consumption per capita
  3. Divergent associations of height with cardiometabolic disease and cancer: epidemiology, pathophysiology, and global implications
  4. Associations of short stature and components of height with incidence of type 2 diabetes: mediating effects of cardiometabolic risk factors
Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Otizmin nasıl başladığına dair yeni ipuçları

Otizmle ilgili yapılan çalışmalar, otizmin birçok formunun olduğunu ve bu formların birçok değişik gende meydana gelen mutasyonlardan kaynaklandığını gösteriyor. Bu mutasyonlardan bazılarının hücresel mekanizması aydınlatılmasına rağmen bazılarınki hâla bilinmiyor.
Aşağıda bazı otizm vakalarında rol oynadığı bilinen ama fonksiyonu şimdiye kadar ortaya çıkarılamamış bir mutasyon ile ilgili çalışma bulunmaktadır. UNC Tıp Fakültesi bilim insanları şimdi bu mutasyonun ne anlama geldiğini keşfettiler ve bu keşifle birlikte sadece mutasyonun fonksiyonu değil aynı zamanda beyin gelişimi için çok önemli olan hücresel bir mekanizmanın ayrıntıları da ortaya çıkarıldı.
Hiç kuşkusuz bu ayrıntılar hem mutasyon ile otizm gelişimi arasındaki bağlantının ne anlama geldiğini hem de otizm spektrum bozukluğunun(ADS) biyolojik temelinin anlaşılmasına büyük katkıda bulunacak.

***

Saygın bilim dergisi Neuron‘un 2 Temmuz 2019 tarihli sayısında yayınlanan araştırmada bu mutasyonun otizmli doğan her 59 çocukta 1 görüldüğü belirtiliyor. Makalede ayrıca otizm spektrum bozukluğunun(ADS) oluşumunu sağlayan bu mutasyonun doğumdan çok önce, beyinde Serebral korteksin kendini yeni yeni inşa etmeye başladığı çok erken dönemde meydana geldiği belirtiliyor.
Araştırmanın ayrıntılarını önce Serebral korteks ve Radyal glial hücrelerin ne olduğunu anlatarak başlayalım.

Serebral korteks nedir

İnsanlarda algı, konuşma, uzun süreli hafıza, bilinç ve yüksek beyin fonksiyonlarından sorumlu ve beynin diğer yapılarına kıyasla nispeten büyük ve baskın bir beyin bölgesidir. Serebral korteksin gerek insan gerekse memelilerde beyin gelişimi sırasında kendini nasıl oluşturduğu henüz tam olarak anlaşılamamıştır.

Radyal glial hücrelerin(RGC) beyin gelişimindeki önemi

Radyal glial hücreler veya diğer adıyla Radyal glial progenitör hücreler(RGP), beyin korteksindeki bütün nöronların üretilmesinden sorumlu olan öncü hücrelerdir[1] [2] [3]. Radyal glial hücreler bunun dışında beyinde her yeni oluşan sinir hücresine kılavuzluk yaparak o hücrenin beyinde ulaşması gereken bölgeye ulaşmasını sağlar. Radyal glial hücreler bu işlemi iskele şeklinde yapılar oluşturarak yaparlar ve bu sayede yeni doğan nöronlar, radyal glial hücrelerin oluşturduğu iskelelere tutunarak son hedeflerine ulaşırlar.
Ayrıca Radyal glial hücreler, Serebral korteks gelişiminin erken döneminde tıpkı döşenmiş fayans taşları gibi düzenli aralıklarla korteksin alt tarafında yer alırlar (Bak: yandaki şekil).
Özetle söylemek gerekirse Radyal glial hücrelerin düzenli dizilimi, sağlıklı bir beyin gelişimi için gereklidir. Radyal glial hücrelerin düzensiz dizilimi yeni doğan sinir hücrelerinin beynin yanlış bölgelerine bağlanarak otizm gibi nörolojik hastalıkların ortaya çıkmasına sebep olur.

Farelerle yapılan bir araştırma

UNC Tıp Fakültesi bilim insanları yaptıkları araştırmada otizmli çocukların bazılarının beyninde bulunan Radyal glial hücrelerin düzensiz olduğunu ve bu çocukların yapılan genetik analizinde şaşırtıcı biçimde memo1 geninde mutasyon olduğunu keşfettiler.
Memo1 geninin gerçekten otizmle ilgisinin olup olmadığını araştırmak amacıyla UNC Tıp Fakültesinden Anton ve ekibi farelerde Memo1 geninin faaliyetini genetik bir müdahale ile durdurdular. Genin faaliyetinin durdurulması ile birlikte doğal olarak genin kodladığı Memo1 proteini üretimi de durdu. Daha sonra farelerin beyninde yapılan patolojik araştırmada öncü Radyal glial hücrelerin (RGC) oluşturduğu iskeleinin yapısının çok fazla dal oluşturarak bozuduğu tespit edildi.

Bu ne anlama geliyor?: İskelenin yanlış olması, yeni oluşan sinir hücrelerinin yanlış yol takip ederek beynin yanlış bölgesine yönelmesine ve orada yanlış bağlantılar kurmasına sebep oluyor. Bu, tıpkı yanlış döşenmiş raylarda giden trenin yanlış istasyona gitmesi gibi bir şey...

Memo1 proteini ne yapıyor?: Memo1 proteini, öncü Radyal glial hücrelerin yapmış olduğu kılavuz iskeleyi kararlı tutuyor. Başka bir ifadeyle, eğer Memo1 proteini ortamda yoksa iskele yanlış kurularak yeni doğan sinir hücrelerinin beyinde yanlış bölgelerde yanlış bağlantılar kurarak otistik semptomların ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Sonuç

Fareler ile yapılan bu araştırmadan sonra daha geniş otizmli çocuk grubu ile bir araştırma daha yapıldı. Yapılan bu ileri araştırmada, çocukların memo1 geninde mutasyon olup olmadığı tekrar araştırıldı.
Araştırmanın bu ikinci aşamasında otizmin değişik formlarına sahip çocukların bazılarının memo1 geninde hiçbir mutasyon olmamasına rağmen yine de düzensiz Radyal glial hücrelerin(RGC) var olduğu görüldü. Bu da otizmin ortaya çıkmasında birçok gende meydana gelen değişik mutasyonların sebep olduğu teorisini güçlendiriyordu...

Muhtemelen memo1 genin dışında başka genler de düzensiz Radyal glial hücrelerin(RGC) oluşmasına sebep oluyor. (Not: Otizme sebep olan kaç mutasyonun olduğu hâla olarak tam bilinmiyor)

Son söz: Her ne kadar bugünkü teknoloji ile hamilelik esnasında bebeğin beyninde meydana gelen gelişimsel bozulmaları düzeltmek şimdilik pek mümkün olmasa da bu keşif sorunun kökenini anlamamız açısından oldukça önemli. Eğer yeni teşhis ve tedavi stratejileri geliştirmek istiyorsak, sorunun kökenini, gelişimini anlamaya ihtiyacımız var.

Otizm hakkında hazırlanmış diğer makaleler
Mehmet Saltuerk

++++++++++++++++++++++++
Dipl. Biologe Mehmet Saltürk
The Institute for Genetics
of the University of Cologne
++++++++++++++++++++++++

Kaynaklar
  1. Mechanisms of radial glia progenitor cell lineage progression
  2. Evolution of the neocortex: a perspective from developmental biology
  3. Neurons derived from radial glial cells establish radial units in neocortex
  4. Memo1-Mediated Tiling of Radial Glial Cells Facilitates Cerebral Cortical Development
Bu blogdaki makaleler bir başka yayın organında kaynak gösterilmeden yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

Alzheimerın ilk belirtileri gözlerde başlıyor

Demans hastalığı(bunama), Tau ve Beta-Amiloid adında iki proteinin beyinde birikmesi ile ortaya çıkar. Hastalıkla birlikte beyinde hücre öl...